04
Medeniyet teriminin, “medine” teriminden türediği bilinmektedir. Hüseyin Hatimi’nin tanımıyla, medine ortak davranış kurallarına tabi olarak düzenli bir şekilde birlikte yaşama ve yerleşme şeklinde tanımlanabilecek bir “devlet” kurma olgusudur. “İnsanlık” için ilk ev olan Kâbe, “Beytü’l Atik”, ilk Birleşmiş Milletler binası gibi kurulduğunu düşünürsek yeryüzünde “medeniyet”in başlangıcının da simgesidir.
Rabbimiz, insanı; yeryüzünde bir halife olması, “Hani Rabbin meleklere, ‘Gerçek şu ki, Ben yeryüzünde bir halife yaratacağım.’ demişti.” Orada çalışıp çabalaması, orayı imar etmesi, “O, sizi yeryüzünden yaratan ve sizden orayı imar etmenizi isteyendir.” “O, yeri size itaatkâr ve hizmetinizde kılandır. O hâlde omuzlarında yürüyün ve onun rızkından yiyin.” –göklerdeki ve yerdeki imkânları insanın emrine verdiği için- “Göklerde ve yerlerde bulunanların tümünü kendi rahmetinden size muhassar kılmıştır.” yeryüzünün çeşitli alanları üzerinde otoritesini sağlaması için yaratmıştır.
Rabbimiz’in, bu emirlerine kendini muhatap gören âlimlerimiz ve geçmiş büyüklerimiz, Selefi Salihin’den günümüze yeryüzü halifesi sıfatı ile İslam Medeniyeti’ni inşa etmiştir. İslam Medeniyeti, Kur’an-ı Kerim ve Sünnet’e dayanan bir medeniyettir yani özünü ve esaslarını İslâm dini teşkil eder. İslam, insan hayatının tamamını kuşatır. İlim ve hikmet, insanlığın ortak malıdır; nerede bulunursa alınır, ama İslâm’ın özüne ve esaslarına aykırı olarak kullanılamaz. Peygamber Efendimiz aleyhissalatü vesselam, Yesrip’te medinesini kurdu, Medinetü’n Nebî oldu. Aklı, vahyin ışığı ile cehalet karanlığının esaretinden kurtardı. Kalpler ve kafalar, iman ve takva nuruyla nurlandı. Talim ve terbiye neticesinde şehvetlerinin şerrinden kurtarıldılar.
İslam Medeniyeti’nin Değişmeyen Temelleri
İslam Medeniyeti, akıllarda ilimle, kalplerde iman nuru ile inkılâp gerçekleştirdi. Bu gerçekleşen inkılabın dayandığı temel esaslar şöyle özetlenebilir:
1. Her türlü faydalı ilme, kâinatı ve çareyi iyi anlayan ilim adamlarına değer vermiştir. “De ki ey Rabbim ilmimi artır!” Her Müslümana ilmi farz kılmıştır. “(İnanılması ve reddedilmesi, uygulanması ve terk edilmesi farz olanın) ilmi(ni) talep etmek (bilmek, öğrenmek ve araştırmak) her Müslüman’a farzdır.”

 

 

2. İlim gerçek, iman gerçek, amel de bu gerçeklere göre amel olunca kalple şekil birlikteliği oluşur. Kalp ayrı şekil ayrı, ilim ayrı iman ayrı ve iman ayrı amel ayrı olursa münafıklık oluşur. Allah Teâlâ, münafıkların ise cehennemin en aşağı tabakasında olacaklarını bildirmiştir:
“Muhakkak münafıklar, cehennemin en aşağı tabakasındadırlar.”
Bir toplumda münafıklık küçümsenir ve hiç önem verilmez, bu birlikteliği sağlayan sağlam kişilere önem verilirse işte o zaman sağlam fertlerden oluşan medeniyet üstün medeniyet olur. Üstün medeniyetten de üstün eserler vücuda gelir. Ayrıca, bu üstün medeniyetin insanlarında, dünya ve ahiret huzuru meydana gelir. İşte bundan dolayı İslam Medeniyeti huzur medeniyetidir. Çünkü huzurlu insanların kurduğu medeniyet de huzurlu olur.
3. İslam faydalı ve lüzumlu her sahaya önem verdi. İslam eşsiz ilk nesil eliyle nesillere aktarıldı, doğru bir şekilde ortaya kondu, doğru algılandı ve hayata ve insana bakışı da sağlam temeller üzerinde ortaya kondu. Böylelikle, her sahada ilim adamları yetişti ve ilmî eserler ortaya kondu. Hem dini hem fennî; hem sanat hem edebiyat sahalarında büyük ilim adamları yetişti. Neticede günümüze değin korunan ve ölümsüzleşen eserler oluştu.

 

 

4. İnsan, bütün yönleriyle (madde-mana, ceset-ruh, dünya-ahiret dengesini kurarak) ele alındı ve insanın her yönüne önem verildi. Böylelikle de her yönde ilerleme oldu ve ileri seviyede insan yetişti.
5. Kuvveti değil hakkı, menfaati değil fazileti, savaşı değil yardımlaşmayı (savaş, inanç hürriyetinin, İslam’ın anlaşılması, anlatılması ve tebliğinin yapılması, İslam’a göre yaşanması önündeki engeli ortadan kaldırmak amacı dışında) nefse ve dünyaya esareti değil hürriyeti Allah’a kullukta kazandıran hayatı (Allah’a kul olanın binlerce kulluktan kurtulması) tercih eden bir medeniyettir. Ferdiyetçiliği değil birbirini kardeş sayan bir anlayışı getirmiştir.

 

 

“Sizden biriniz kendisi için sevdiği şeyi kardeşi için de sevmedikçe iman etmiş olmaz.”

 

 

6. İslam Medeniyeti, sistemini, canı, aklı, dini, malı ve nesli korumak üzere kurmuştur.
Dinimiz, canı korumak için ölçüler koymuştur. “Kim bir cana veya yeryüzünde bozgunculuğa karşılık olmaksızın öldürürse, sanki bütün insanları öldürmüş gibi olur, kim de bir adamın hayatını kurtarırsa bütün insanların hayatını kurtarmış gibi olur.” “Ey akıl sahipleri! Kısasta sizin için hayat vardır. Olur ki sakınırsınız.”
Aklı ise, akla zarar veren yiyecek ve içecekleri yasaklayarak, selim akıl sahiplerinin düşünce sistemine zarar veren bilgilere karşılık doğru bilgileri ortaya koyarak korumuştur.
Dini koruma ise önce dini, doğru ve sahih kaynağından ehil âlimler kontrolünde bilme, yanlış ve sapık fikirlerden koruma ile sonrasında ise, dinimizi yaşamak, tebliğ, tedris ve talim yapacak âlimler yetiştirmekle olmuştur.
Malı korumayı da hırsızlık, yankesicilik, başkasının malına zarar vermek gibi fiilleri haram kılmakla, bu fiilleri işleyenlere gerekli cezaları uygulamakla, mazlumun hakkını zalimlerden almakla mümkün kılmıştır.
Nesli korumayı, nesle zarar veren zinaya yaklaşmayı yasaklayarak, zina edene gerekli cezaları vererek, nikâhı yani evlenmeyi kolaylaştırarak gerçekleştirmiştir.
İslam Medeniyeti’nin Gelişmesi
Peygamber Efendimiz sallallahu aleyhi ve sellemin ümmeti olarak Asr-ı Saadet’te Yesribleri, ‘Medine’leştirelerek başlattığımız medeniyet inşası günümüze kadar devam edegelmiştir. İlk İslam Devleti, hicretten sonra Medine’de kurulmuştur. Peygamber Efendimiz sallallahu aleyhi ve sellemin vefatından sonra İslam Devleti’ni halifeler yönetmiştir. Dört Raşid Halife devrinde halifeler, şura meclisi ile belirlenmiş, fakat Emeviler Dönemi’nden itibaren de hilafet babadan oğula geçen saltanata dönüşmüştür. İlk zamanlarda, Arap yarımadası illere ayrılmış ve bu illeri emirler yönetmiştir. Ömer radıyallahu anh zamanında sınırların genişlemesi ile beraber, fethedilen yerler yönetim birimlerine ayrılmıştır. Buralara valiler tayin edilmiştir. Devlet merkezi önce Medine iken, Ali radıyallahu anh döneminde Küfe, Emeviler Dönemi’nde Şam, Abbasiler’de Haşimiye ve sonradan Bağdat olmuştur. Halifeliğin, Yavuz Sultan Selim zamanında Osmanlı Devleti’ne geçmesi ile de İstanbul olmuştur.
Büyüyen bir devlet olmanın ve toplu yaşamın beraberinde getirdiği medeni ilerlemeler, Ömer radıyallahu anh zamanında büyük ölçüde görülmüştür. Daha sonrasında da devam eden gelişmelerle büyüyen İslam Medeniyeti sayesinde Müslümanlar, Cebeli Tarık Boğazı’ndan Çin Seddi’ne kadar olan bir sahayı ellerine geçirdiler. Kendi yönetimleri altındaki halka şefkat ve merhamet gösterdiler.

 

Bir müddet sonra Müslümanlar askeri, fen, ilim, sanat, iktisat, edebiyat alanlarında en büyük medeniyeti kurdular. Bu alanların Selefi Salihin’den günümüze gelişmeleri ise şöyledir:
1. Askeri Gelişmeler
Peygamber Efendimiz sallallahu aleyhi ve sellem ve Ebubekir radıyallahu anh döneminde ilâ-yı kelimetullah için gönüllülerden oluşan bir ordu mevcut iken, Ömer radıyallahu anh zamanında sınırların genişlemesi ve fetihlerin hızlanması sebebiyle tüm askerleri kayıt altına alan bir ordu ile ordugah şehirleri oluşturuldu. Düzenli ordu uygulaması çeşitli gelişmelerle beraber Emeviler ve Abbasiler döneminde de devam etmiştir. Emevi ordusu, piyade ve süvarilerden oluşuyordu. Emevi ordusunun temelini “mürtezika” denilen nizami ve daimi statüdeki ücretli askerler oluşturuyordu. Ordu yönetimi Divânü’l-cünd adlı teşkilat tarafından yürütülürdü. Abbasiler ise, fazla bir değişiklik yapmadan Emevi askeri uygulamalarını sürdürmüştür. Osmanlı Devleti’nde ise ordu Kara Kuvvetleri ve Deniz Kuvvetleri olarak ikiye ayrılmaktadır. Kara Kuvvetleri, Kapıkulu Askerleri, Eyalet Askerleri ve Yardımcı Kuvvetler’den oluşmaktaydı. Osmanlı Devleti kurduğu bu sistemli ordu ile 3 kıta 7 denize hükmetmiştir.
Osman radıyallahu anh döneminde donanma kurulmuştur. Emeviler ise denizcilik alanında büyük ilerlemeler kaydederek donanmayı geliştirmişlerdir. Abbasiler devrinde de gelişerek devam etmiştir. Türk-İslam devletleri incelendiğinde ise, ilk Türk donanması I. Kılıçarslan zamanında Çaka Bey tarafından kurulmuştur. Osmanlılar zamanına gelince; Fatih Sultan Mehmet devrine kadar Osmanlıların devlet himayesinde gelişmiş bir donanmaları yoktu. Fatih Sultan Mehmet döneminde, İstanbul’un fethi için 400 parçalık donanma hazırlandı. Gelibolu, İzmit ve İstanbul’daki tersanelerde yapılan gemilerle, o zaman Akdeniz’e hâkim güç olan Venedik donanmasının gücü aşıldı. Bunlara ilave olarak, İslam dünyasında donanma anlamında en büyük gelişme Kanuni devrinde görülür. Özellikle, Barbaros Hayreddin Paşa’nın kaptan-ı deryalığı sırasında Türk donanması dünyanın en büyük gücü hâline gelmiştir.
2. İktisadî Gelişmeler
İslam toplumunda tüm ahlaki kurallar ve düzenlemeler sosyal adalet kavramına dayanır. Kur’an’daki bütün iktisadi kurallar ise sosyal adalet ilkesi ile ilintilidir. Sosyal ve iktisadi adalet ise, “Vahdet” düşüncesine dayanmaktadır. Kur’an vahdaniyet düşüncesi içerisinde hayatın iktisadi ve maddi tarafını vurgulamakta, servetten “hayr” ve “Allah keremi” olarak bahsedilmektedir. Müslümanların servet kazanmaları ve bu kazandıkları servetten faydalanmaları söylenirken üreten Müslüman’ın ibadet yaptığı sayılmaktadır.
İslam’ın iktisadi bakışında temel esas çalışmadır. İslam özel mülkiyeti kabul etmektedir. Ancak Kur’an’ın, “Doğrusu insanın çalıştığından başkası kendisinin değildir.” hükmü üretime dayalı bir mülkiyet anlayışının esas olduğunu göstermektedir.
İslam’ın bir din olarak, ticareti ve iktisadi gelişmeyi genel bakışının merkezine yerleştirmesinin en önemli sebeplerinden biri olarak şehirleşmeyi esas alması ve şehirleşmeye olan fikri desteğidir. Rıdvan Seyyid’in dediği gibi, “Zira medeni gelişme, ticari ve iktisadi gelişme ile paralel olup şehirleşme olarak tezahür etmektedir.”
İslamiyet’in bu bakış açısı ışığında Müslümanlar, ekonomik gelişmeye her zaman önem vermişlerdir. İslam Medeniyeti’nde müesseselerin iç içe olması ile beraber, İslam Medeniyeti’nde Selefi Salihin’den başlayarak İslam Devletleri içerisinde varlığını sürdüren iktisadi kurumlar; Beytü’l Mal, Divan, İhtisab, Vakıf ve Ahilik olarak sınıflandırmaya tabi tutulabilir.
Peygamber Efendimiz sallallahu aleyhi ve sellem döneminde ilk temelleri atılan mal evi manasında gelen “Beytü’l Mal” (Devlet Hazinesi), Ömer radıyallahu anh döneminde İslam topraklarının genişlemesi ve fetihlerin artması ile kurumsallaşmıştır. Efendimiz aleyhissellam zamanında, Beytü’l Mal’a ait nakit paranın evinde muhafaza edilip kısa sürede dağıtıldığı bilinmektedir. Daha sonra gelen halife ve devletlerle, bu müessese, farklı isim ve uygulama alanları ile daha da gelişti. Fakat mali işlerin başından her zaman defterdar denilebilecek bir görevli hep bulundu.
Beytü’l Mal’ın gelir kaynaklarını üç kategoride değerlendirmek mümkündür. Bunlar;
1. Müslümanlardan tahsil edilen tüm vergiler: Zekât ve Öşür
2. Kâfir tebaadan (Müslüman olmayan vatandaşlar) alınan tüm vergiler (fey): Cizye ve Haraç
3. Savaşta düşmandan alınan ganimetler
Divan da ilk kez Ömer radıyallahu anh döneminde fey gelirlerinin taksimi için kullanılmıştır. Emeviler ve bilhassa Abbasiler zamanında başta askerî ve malî sahalar olmak üzere çeşitli devlet hizmetlerine bakan müesseselere isim olarak verilmişti. Abbasiler döneminde divanların sayısında bir hayli artış olduğu bilinmektedir. Bu divanların başında gelen Divanü’l Harac, hem gelir (çeşitli vergiler ve diğer gelirler) tahsil eden, hem de gerekli yerlere harcama yapan dairedir. Selçuklularda, Divan-ı İstifa adını almıştır.

 

Devletin bütün gelir ve giderlerine bu divan bakardı. Ömer radıyallahu anh döneminde gelişip kurumsallaşan divan Osmanlı döneminde de varlığını sürdürmüştür. Osmanlı’da farklı isim ve buna bağlı olarak farklı yetkilere sahip olan divan varlığından söz edilebilir. Divanın üyelerinden biri de defterdar adı verilen görevlidir. Defterdarın başında bulunduğu kuruma da günümüzde de kullanılmakta olan defterdarlık denilmiştir.
Yine aynı şekilde, Peygamber Efendimiz sallallahu aleyhi ve sellem döneminde de uygulamalarının olduğu Hisbe (İhtisab) Teşkilatı, Ömer radıyallahu anh zamanında kurumsallaştırılmıştır. Hisbe Teşkilatı’nın görevi, İslam’ın “emri bil maruf ve nehyi ani’l münker” emrine dayanmaktadır. Bu müessese, Abbasi, Endülüs, Fatımî, Eyyubi, Selçuklular ve Osmanlı gibi kurulan İslam Devletleri’nde önemli bir görev ifa ediyordu. Hisbe Teşkilatı, başlangıçta, toplumda iyilikleri emretmek ve kötülüklerden vazgeçirmek suretiyle sosyal huzuru sağlayan bir kurum olarak ortaya çıkmıştır. Fakat daha sonrasında farklı ve çok yönlü görevler yürütmüştür. Osmanlı’da kadının yardımcılığını muhtesib yapardı. İhtisab Teşkilatı’nda görevli muhtesibler, şehirde hüküm süren ekonomik hayatın önemli bir unsuru olarak karşımıza çıkmaktadır. Halk ile esnaf arasındaki münasebetleri düzenleme ve esnafla ilgili kanunların uygulanıp uygulanmadığını kontrol etmek ile görevliydi. Misal; pazarlarda tartıları kontrol etmek bir görevidir. Allah Teâlâ’nın “…Ölçü ve tartıyı tam yapın…” emrine binaen yapılan bir uygulamadır. Devlet, muhtesib aracılığıyla hem işçi haklarını koruyor hem de loncaların gaye ve amaçlarını devam ettirmek amacıyla esnaf loncalarını yakından denetliyordu.

Fulya Terzi/ ElifElif “Medeniyet” Bahar Sayısı (2016-1437)

Elifelif İrt: (0212) 417 7775 – (0212) 418 32 54

Categories:

Comments are closed