39

 

Siyaset ve ilim insanın her daim ilgi alanında bulunan ve birbirlerinden ayrılmaları mümkün olmayan unsurlardır. İnsanla alakalı olup dinin ilgilenmediği bir konu veya alan mevcut olmadığı gibi siyasetin de insana dair ne varsa ona şekil verme gayesi mevcuttur. Bu anlamda siyaset ilimsiz olmaz, ilim de siyaseti gerektirir.
Allah’ın yarattığı bu düzende ne varsa Kur’an ve Sünnet eksenli olup bunların sınırlarına uymak mecburiyetindedir. Yaratan Allah olur da ölçüleri koymak kula ait olabilir mi? Allah hükmedenlerin en güzel hükmedeni değil midir? İşte tam bu noktada, Medine merkezli hayat gayesinde olan mü’minlerin hedefledikleri kıvama ulaşmalarının, Medine’ye giden yoldan geçmeleriyle mümkün olduğu hakikati ortaya çıkmaktadır.
“Medine Devleti” yani Allah ve Resûlü’nün uygun gördüğü bir hayat tarzı ancak Resûlullah sallallahu aleyhi ve sellem Efendimiz’in eliyle İslam Devleti karakterine ulaşmıştır. Medine bakış açısıyla bakmaya çalışanlar bu hakikati gözden kaçırmazlar. Peki, Efendimiz sallallahu aleyhi ve sellemin ahirete intikali mü’minlerin artık bir daha Medine düzeyinde bir hayata sahip olamayacakları manasına mı gelmektedir? Ümmet artık her rüzgârın önünde savrulmaya mahkûm mu olacaktır?
Efendimiz sallallahu aleyhi ve sellem mirasını bırakmış, Ümmet’ini biçare bırakmamıştır. Onun bizzat yaşadığı minvalde yaşayıp Rabblerine kavuşanlar göstermiştir ki; Ümmet’in bir namaz kılacak kadar geçen sürede bile başsızlığa tahammülü yoktur. Allah’ın uygun gördüğü hayatın idamesi zorunludur. Bu da ancak onu gözeten bir başla mümkün olacaktır. Allah’ın helal ve haramını bilen ve bunun uğruna canından vazgeçmeyi göze alan bir lider ile hayat İslamî esaslara uygun devam edecektir. Ebubekir radıyallahu anhın halife seçilmesi bunun bir belgesidir.
Allah’ın uygun gördüğü, Şer-i Şerif’e uygun bir siyasetin yapılması için Kur’an ve Sünnet’in canlı temsilcileri olan Peygamber varisleri vazgeçilmez insanlardır. Peygamber Efendimiz sallallahu aleyhi ve sellemin idaresinde en güzel şekilde icra edilen siyaset ancak Allah ve Resûlü’nü en iyi anlayanların eliyle bu kıvamını koruyabilir. Âlimler, bu Ümmet’in kimliğini korumasının garantisidirler. Âlimleri canlı olan bir ümmet ayakta kalabilir. İlimden uzaklaşmak yalpalamanın, yok olmanın sebebidir. Bu sebeple devlet adeta âlime muhtaçtır ve dolayısıyla onu korumaya mecburdur.
İlim siyaset için vazgeçilmezdir demek âlimlerin halife olması manasına gelmez elbette. Her âlim yönetici de olamaz. Yönetmek ayrı bir iştir. Rabbimiz’in de istediği emanetlerin ehline verilmesidir. Nisa Suresi 54. ayette geçen “emanetleri ehline verin” ve “hükmettiğinizde adaletle hükmedin” emri buna delalet etmektedir. Evet, idare etme yeteneği olan idare edecek fakat adaletin tahsisi için de ilim ehliyle istişareyi ihmal etmeyecek, onları adeta yol gösterici bilecektir. Yine Kur’an-ı Kerim’de: “Ey iman edenler! Allah’ a itaat edin, Resûle itaat edin ve sizden olan emir sahiplerine de! ” buyrularak mü’minler bir yöne yönlendirilmektedirler. Tabiinden Mücahid, “sizden olan emir sahipleri”ni, “ilim sahipleri” olarak tefsir etmiştir. Ömer bin Hattab da halife olduğu dönemde bir grup sahabenin Medine’den ayrılmasını yasaklamış ve karar vereceği zaman onlara danışmayı ihmal etmemiştir.

 

 

OSMANLI VE ÂLİM

 

 

Osmanlı Devleti’ne bakıldığında âlimlere Osman Bey’den itibaren ayrı bir ihtimam gösterilmiş olduğu göze çarpar. Osmanlı Devleti’nde Osmanlı Uleması yönetenler sınıfına dâhil olup kanaatleri devlet katında önemliydi. Allah’ın razı olacağı bir devleti arzulayanların Şeriat’ı eksiksiz uygulamaları için de bu şarttı.

 

 

Osman Bey’in oğluna nasihat olarak söylediği ve Osmanlı’nın hâkimiyeti boyunca gözettiği şu düsturlar Osmanlı’nın temel dinamiklerini bizlere göstermektedir: “…Oğlum! Sana Ümmet’in âlimlerini tavsiye ederim. Onlarla riayetini devam ettir. Onlara çok saygı göster, âlimlerin meşveretlerine önem ver, onlara danış. Çünkü onlar hayırdan başka bir şeyle emretmezler. Oğlum, Allah’ın razı olmayacağı şeyi yapmaktan şiddetle sakınasın. Sana bir müşkül mesele gelince şeriat âlimlerine sor. Zira onlar seni hayra teşvik ederler…”

 

 

Osmanlı’da âlimler fitne, savaş ve sıkıntı devirlerinde sultanların başvurdukları ilk merkez olmuşlardır. Bu şekilde dirayetli ulema ile devlet halk nazarında otorite kazanmış aynı zamanda İslam bayrağını yüksekte tutmuşlardır. Osmanlı’da ulema öyle bir zemine oturmuştur ki şeyhülislam vezirden sonra gelmesine rağmen ne sultan ne de vezir-i azam onun izni olmadan bir karar veremiyordu. Bu elbette ki hata payını azaltan önemli bir husustur. Batılılaşma süreciyle âlimlerin, ilmin ve medresenin sahip olduğu önemli konumun sarsılması ise faturası ödenen bir durum olmuştur.

 

 

FATİH SULTAN MEHMED, FETİH VE ÂLİMLER

 

 

İstanbul’un Fatihi’nin babası olan 2. Murat’ın âlimlerle yakın bulunması onun birçok başarılı işinin ana kaynağıdır. Âlimlerle olan bu yakınlık ve âlimlere verilen önem Fatih Sultan Mehmed’in yetişmesinde de büyük katkı sağlamıştır. Sultan Fatih’in ilim aldıkları arasında Molla Gürani, Akşemseddin gibi devrinin gözde uleması bulunmaktadır.

 

 

Fatih Sultan Mehmed halvet hayatına dalmak, sadece ibadetle meşgul olmak istediğinde onu alıkoyan, hocası Akşemseddin’dir. Kendisi Sultan Fatih için halvetin adalet yani onun için Allah’ a yakınlaşacağı en güzel ibadetin adaletle yönetmek olduğunu söylemiş ve görevine devam etmesi yönünde nasihatlerde bulunmuştur. Bu yönlendirme yapılmasaydı güzel görünen bu iş, tarihimizin en parlak sayfalarından biri olan fetihten söz ettirmeyebilirdi.

 

 

Akşemseddin için “İstanbul’un Manevi Fatihi” denmesinin sebebi, Sultam Mehmed’e cihat ruhunu aşılamış olması ve devamlı şekilde Resûlullah sallallahu aleyhi ve sellemin hadisinde kastedilenin kendisi olduğunu telkin etmesidir.

 

 

Zorlu bir süreç olan İstanbul’un fethi esnasında Bizans’ın geçici bir zafer durumu içinde olup Fatih Sultan Mehmed’e geri çekilmenin daha uygun olduğunun söylendiği bir zamanda Fatih Sultan Mehmed, hâl çaresini Akşemseddin’e sormuş, onun verdiği cevap ile devam kararı almış, kumandanlar ve askerlerde bir rahatlama ve sebatkârlık meydana gelmiştir. Fetihte âlimler mücahitlerin devamlı yanında bulunmuş ve onları cihat ve şehitlik konularında hareketlendirmişlerdir.

 

 

Fethin ardından Fatih Sultan Mehmed’in dillerinden şu sözler dökülmüştür: “Siz beni sevinçli görüyorsunuz. Bu sevincim sadece buranın fethinden dolayı değildir. Asıl sevincim, benim zamanımda bu Şeyh’in benim yanımda bulunmasıdır. O da beni terbiye eden, yetiştiren Şeyh Akşemseddin’dir.”

 

 

Osmanlı Devleti’nde kurucu Osman Bey’den itibaren tüm hükümdarların Allah’ın dinini hareketlerinde mihenk taşı olarak görmeleri, onu önce kendi nefislerinde, daha sonra ailelerinde ve devletlerinde esas almaları, âlimleri de bu minvalde adeta gözbebeği gibi görmeleri devletin yararına olmuş, güçlerine güç katmıştır.

 

 

Vakıa olarak bakıldığında da yöneticilere itaat, onların âlimlere itaatleri sebebiyledir. İslam’ın ayakta durması da bu şekilde mümkündür. Aksi takdirde nefis ve heva devrede olacaktır. Âlemin iyiliği dirlik ve düzeni bu iki taifenin beraber hareket edip Şeriat’ı tam uygulama hedefi içinde olmaları, âlemin fesada gitmesi de bunların bozulmasıyladır. Gücü elinde tutan ve Allah’ın Ümmet’i yönetme yetkisi verdiklerinin Şeriat’ın sigortası olan âlimleri gözetmeleri salah için şarttır.

 

Sündüs Keleş/ ElifElif “Ailede İlim”Bahar Sayısı (2015-1436)

Elifelif İrt: (0212) 417 7775 – (0212) 418 32 54 

Categories:

Comments are closed