Bu yazının sahibi bendeniz veya yan sayfadaki yazıya ruhunu katan ya da öbür sayfadaki cümleleri yazan kalem… Ve bu satırlarda gözlerini gezdirip kapağı kapatan sizler… Her birimiz insan olma vasfının içini doldurmak için yaşayan ayrı bireyleriz aynı dünyanın içinde… Kendisine verilen süre zarfında hatalarının üzerine set çekmek için son çıkışlar arayan ve yanlışlarının gölgesinde “güçlüyüm” pozu veren aciz kimseleriz. Hatalarımız, yanlışlarımız ya da bizi ateşe sürükleyebilecek etkenlerin başında gelen ve belki de bu hayatı “boşuna” lafzıyla vasıflandıran en büyük zaafımız ise ufak dilimiz…
Büyük âlimlerimizin, önderlerimizin bir Müslümanın ahlakına yön verebilecek, asırlara merhem olmuş eserlerinde bile ‘bela’ ya da ‘afet’ olarak zikredilen dilin öncelikle büyük bir nimet olduğunu da unutmamak lazım aslında. “Kuşkusuz dil, yüce Allah’ın en büyük nimetlerinden ve hayret uyandıran latif eserlerinden biridir.”
Dil öyle kuşatır ki hayatlarımızı; Allah’ın verdiği nimetler karşısında beklediği şükrün, kuluna yasakladığı isyanın aracıdır. Yeri gelir insanlığın dünyaya gönderiliş amacı olan “yeryüzünün imarı” için verilen emrin çıkış noktası olur, yeri gelir Efendimiz sallallahu aleyhi ve sellemin “Müslümanların kanları ve malları birbirine haramdır.” ikazına rağmen akıtılan kanın sorumlusu olur dil.
Dil, her birimizin hayat tecrübelerimizde yer verdiğimiz gibi iki tarafı keskin bıçaktır. Aynı İbnü’l-Cevzi rahmetullahi aleyhin de dediği gibi “Dil, kişinin işlerini düzelttiği gibi bazen de onu öldürür.” O yüzden dil, kontrolü akılda başlayan “dervişin fikri neyse zikri de odur” dedirten, sözcükler hedefe doğrultulduğu zaman bir daha geri çekilemeyen ve ‘her şeyi’ bir anda yok edebilecek kadar etkili, küçük çaplı büyük bir beladır aslında…
Evet, her birimizin hayatında “her şeyin bitmesi” demek farklı farklı anlaşılabilir. Ama bu cümlelerde kastedilen emin olun ki kaybolan ahiret hayatıdır. Zira Resûlullah sallallahu aleyhi ve sellem tarafından uyarılmış olmamıza rağmen, ebedi hayatımızı mahvedecek kadar tehlikeli olduğunu bildiğimiz hâlde kelimelerimizi ve söylemlerimizi göz ardı edebiliyorsak “eyvahlar olsun” diyebiliriz kendi kendimize.
Efendimiz sallallahu aleyhi ve sellem “Kim bana, iki dudak ve iki bacak arası konusunda söz verir, kefil olursa ben de ona cennet için kefil olurum.” buyurarak okuması ve anlaması kolay ama özellikle asrımızda pratiği zor iki konudan bahsediyor. Her ne kadar namus ile ahlaktan, edepten söz ediyor da olsa biz konuyu sadece en büyük günahlardan biriyle yani zina ile kısıtladığımız için zinaya sebep olabilecek tedbirleri unutabiliyoruz, o ayrı… Esas konuya geçecek olursak Efendimiz aleyhisselam “iki dudak arası” diyerek yine Müslümanlar olarak ufak gördüğümüz bir konuyu gözler önüne seriyor. Önemini anlamak için konuyla alakalı hadis-i şeriflerin ne kadar fazla olduğunu bilmemiz, Resûlullah sallallahu aleyhi ve sellemin her fırsatta ümmetini ‘dil’ mevzuunda uyarmış olması yeterlidir diye düşünmemek elde değil.
Bu minvalde dil afetleri üzerine düşünmek, konuşmak, okumak Müslümanlar için elzem konulardan biridir demek şüphesiz yerinde bir tespit olacaktır.
Müslümanın oluşturduğu kimliğin göstergesi olarak malayani konuşmak, tartışma ve münakaşa, müstehcen ve çirkin sözler söylemek, lanet etmek, alay etmek, sır ifşa etmek, yalan konuşmak ve yalan vaatte bulunmak, gıybet etmek, laf taşımak (nemime), insanları yersiz övmek gibi dilin etrafında tehlike barındıran sözler sarf etmek yoktur.
Münafıklığın Dörtte İkisi
Hadis-i şerifler içinde tüyleri ürperten ve esfeli safilinden olan münafıklığın karakterini anlatan Efendimiz sallallahu aleyhi ve sellem münafıklığın alametinin ‘dört’ olduğunu açıkladıktan sonra ikisinin dil belasına ait olduğunu gösteren fiilleri zikrediyor: Konuştuğunda yalan söylemek ve tartışmada ileri gitmek:
Müslüman sözünde de hareketlerinde de yaşantısında da doğru insandır. Zira yalanın bulaştığı bir Müslüman kimliği düşünülemez. Yalan, insanın fiillerini gizlemek için kullandığı bir taktik olsa da insanın gösterdiği sıfatın da mimarıdır. Çünkü Efendimiz sallallahu aleyhi ve sellem Abdullah ibni Mes’du’un rivayet ettiği bir hadis-i şerifte şöyle buyurmuştur: “Şüphesiz ki sözde ve işte doğruluk hayra ve üstün iyiliğe yöneltir. İyilik de cennete iletir. Kişi doğru söyleye söyleye Allah katında sıddîk (doğrucu) diye kaydedilir. Yalancılık, yoldan çıkmaya (fücûr) sürükler. Fücûr da cehenneme götürür. Kişi yalancılığı meslek edinince Allah katında çok yalancı (kezzâb) diye yazılır.” Böylece kişinin sözleri, karakter edinmesine sebep olur. Zira yalan, kişinin önce Allah’a sonra da kendisine güvenmemesinin bir belgesidir. Zira yaptıklarının neticesinden dolayı başına geleceklerden çekinen kişi yalana başvurur. Bu yüzden de yalan söyleyen ve yalanı adet edinen kimsenin teslimiyetini sorgulaması kendisi için gereklidir diyebiliriz. Çünkü yalan; Müslüman karakteri değildir.
Aynı zamanda tartışmada ileri gitmek ve münakaşa etmek de Müslüman’ın üzerinde görülmemelidir. Müslüman hakkın savunucusudur, yanlışın karşısında doğruyu söyler ama tartışırken ileri gitmemesi gerektiğinin de Peygamber ahlakı olduğunun farkındadır. Bu konuda İbnü’l Cevzi rahmetullahi aleyhin mürekkebi en net ölçüyü koymuştur: “İnsanın yapması gereken şey münker ve çirkin olan sözleri reddedip doğruyu açıklamaktır. Eğer karşıdaki kişi nasihati kabul ederse ne güzel, etmezse onunla tartışma yapılmaz. Bu, dinle ilgili durumlarda söz konusudur. Fakat dünya işleri söz konusu olduğunda tartışmaya ve münakaşaya asla yer yoktur.”
Zira tartışma ve münakaşa, Müslüman’ın iletişimdeki etkinliğini de azaltır. Bir Müslüman için en önemli unsurlardan biri olan iletişimin kör noktadan yol alması ise Ümmeti Muhammed’in amacına ters bir hareket olur. Çünkü iman edileni tebliğ etmek gerek söz ile gerek de hareketlerle iletişime muhtaç bir alanın fiilidir. Kendisiyle tartışılan ve konular hep negatifte sonuçlanan kimseler ise dinlenmez ve Efendimiz sallallahu aleyhi ve sellemin aksine sözü acı olan kimselerdir.
En Keyifli Bela
Şeytan öyle profesyonel ve tecrübeli ki hepimiz ona karşı silahlarımızla kuşanmış olmamıza rağmen bizi sessizce arkadan kuşatabiliyor. Dedirtiyor ki: “yüzüne de söylerim canım”, “ben gerçekleri söylüyorum, yalan değil sonuçta” İyi de zaten gerçekleri söylemesen ‘iftira’ olacak onun ismi. Ama şeytan yağlıyor, ballıyor ve gıybeti Müslüman’ın önüne koyuyor.
Evet, kılıçlarımızla kuşandık. Gıybetin ne demek olduğunu, “Birbirinizin gıybetini yapmayın. Sizden biri ölmüş kardeşinin etini yemekten hoşlanır mı? İşte bundan tiksindiniz.” ayetini çok iyi biliyoruz. Ama şeytan arkadan sessizce geliyor ve bir anda gafil avlıyor avını.
Unutmamak gerekir ki gıybet başkasının gölgesi altında ezilmektir. Kendi hatalarını, kusurlarını görmezden gelerek başkasınınkilerle oyalanmaktır. Kısacası gıybet, Müslüman için hem kul hakkı hem vakit zayiatı hem de kalite kaybıdır.
Gıybet ve dedikodu yaparak beslenen kimselerin iletişim ağı da hâliyle zayıf olmaya mahkûmdur. Çünkü gıybetle iştigal, kişinin karşısındakilerin güvenini zedeler. Her akıllı insan, lafı dedikoduya getiren bir insanın onun da özelini başkalarıyla muhasebe edebileceğini düşündüğü için iletişimini haklı olarak seviyeli tutmak ister. Bu yüzden de dedikodu yapan insanların iletişimdeki kapasiteleri oldukça düşük olmaya mahkûmdur.
Son Sözler
Yazımızın başında da geçtiği gibi; her birimiz insan olma vasfının içini doldurmak için yaşayan ayrı bireyleriz aynı dünyanın içinde… Zira Rabbimiz iman iddiamızın altında O’nun rızasına uygun meşrû çerçevede nefes almamızı, kendi isteklerimizin ya da beğenilerimizin oluşturduğu değil O’nun koyduğu kurallara sadık bir hayatı geride bırakmamızı istemekte.
Ama şeytanın da tam ters istikametten son sürat usta koltuğunda asırlık tecrübelerle bu yana geldiğini unutmamak lazım. Zira dile dolanır ve alırız başımıza büyük belayı…
Fatmanur Özalp/ ElifElif “İletişimdeki Hedeflerimiz ve Engellerimiz” Sonbahar Sayısı (2015-1436)
Elifelif İrt: (0212) 417 7775 – (0212) 418 32 54
Comments are closed