Aile varlığı, kapitalizmin ihtiraslarıyla bütünleşen kadın ve ev algısı sonucunda büyük yıkımlarla yüz yüze. Ruhaniyeti, evi ve anneliği dikkate almadan istihdam projeleri ve eşitlik projeleri maneviyatı daha da derinleştiriyor. Evet, asıl olan adalettir. Çünkü adalet, kalkınmanın hoyratlığına adanan bir aile politikasına hoş bakmaz. Evi, anneyi, çocuğu ve doğurganlığa saygı duyar.
Moderniteyle beraber kadın konusunda zihinlerimize pelesenk olan ifadeler var: Kadın istihdamı, kadın erkek eşitliği, kadının çalışması, kadının eğitimi, kadının özgürlüğü. Bir kadın ideolojisiyle karşı karşıyayız. Dünyaya kadın üzerinden bakan ve her şeyi yine kadınla açıklayan bir ideolojidir bu. Toplumsal cinsiyet kavramıyla bilimsel bir meşruiyete de kavuştu bu ideoloji. Sosyolojinin kanatları altında toplumsal varlığı “cinsiyetle” açıklıyor. Belki bunlara siyasal cinsiyet, dinsel cinsiyet, ekonomik cinsiyet ve homo cinsiyet de eklenecek yakın zamanlarda. Kadın, dünyayı varlığa ulaştıran bir yaratılış hikayesine dönecek neredeyse. Avrupa modernliğinden topraklarımıza gelen, kapitalizmin ve endüstri toplumun üretim tarzıyla kapımızı çalan bu klişeleri hiç sorgulamıyoruz. Kadın meselelerine, ev meselelerine, aile meselelerine derman olacak sihirli formüller olarak görüyoruz.
Kadın istihdamı ve kadın eşitliği etrafında yapılan açıklamalar ve koparılan gürültüler üzerinde durmak istiyoruz. Kadın ve erkek eşitlik düşüncesini sorgulamaya çağrıda bulunan devletin tepesindeki şahsiyet olarak Cumhurbaşkanı, “modernlerimizin” uykusunu kaçırdı! Onların yüz elli yıllık hülyalarına gölge düşürdü. Bir akidelerine dokunmuştur adeta. İyi ki de dokundu. Modernliğin kadın erkek eşitliği, büyük efsanelere ve boş hayallere dayanıyor çünkü. Kadını ev ve aile içinden soyutlayarak tanımlayan bir girişimdir. Bütün modernlik ihtiraslarına rağmen kadın-erkek eşitliği en fazla kapitalizmin işine yaramıştır. Kadının benliğini, ev ve aileyi ötekileştirerek kurmasına yarıyor. Anneliği tasfiyeye yarıyor, rekabeti kocayla ya da erkekle yapmaya davetiye çıkarıyor. Bir idealite olarak bu “cinsiyet eşitliği”, ilginç sonuçlara götürüyor insanları. Eşitlik kadına bir kurtuluş teolojisi olarak sunuluyor ve kadının dışlama, şiddet, işsizlik, yalnızlık vb. sorunlarının bununla aşılacağı varsayılıyor. Hatta bunun için erkek bedenine rahim takarak biyolojik eşitliğe kadar vardırıyorlar işi. Madem ki kadın eşit olacak, doğum yapmamakta da bu uygulansın.
Feminizm bir kadın teolojisidir
Bir İspanyol sanatçının “kadın projesi” çalışması ise bu açıdan daha da ilginç! “Beden senin istediğini yapabilirsin” gibi bir eşitlik düşüncesinin son haddine vardırıyor işi. Beden senin istersen doğur, istersen anne olma, istediğin kadar erkekle beraber ol, istediğin gibi bedenini kullan…tam anlamıyla eşitlik düşüncesinin kadın projesinde bir nihilizme varışıdır bu. Hakikaten modernlik projesinin kadın varlığını nihilizmle beraber bütün değerlerden, sorumluluklardan ve aile konseptinden ayırarak kurgulamasıdır bu yaklaşım. Kadının kurtuluş teolojisi, kadın projesiyle sağlanılmaya çalışılıyor. Kim ne derse desin feminizm son kertede bir kadın teolojisidir. Bir teolojiden öte bir kurtuluş teolojisi, yani kadın teodisisi!
Kadının eşitlik projesi de yine kadının kurtuluş teolojisinin bir alt anlatısıdır, hikayesidir. Bunun en önemli boyutlarından birini kadın istihdamı tezi oluşturmaktadır. Kadının evin dışına çıkarak, çocukla ilgilenen ve anne olan rolünü görmezden gelerek onu fabrikaların, üretim alanlarının, hizmet sektörlerinin ve kitlesel tüketimlerin pazarlarında bir işçiye dönüştürme çabasıdır bu. Kadını, ev, aile ve çocuklar konseptinden çıkararak iş konseptine dahil etmektir. Endüstrileşmenin işgücü piyasasını ucuzlatmak amacıyla belli fonksiyonları da bulunmakta. Bu yaklaşımları bütün kalkınma şehvetlerine koşan ülke politikaları yapıyor. Kalkınmayı ekonomiye, işe, paraya, maddi çalışma hayatına indirgeyen kapitalist kalkınma tarzları kadını “eşitlik söylemiyle” piyasaya katmak istiyor. İşte bunun en ilginç örneklerinden birini de yine ülkemizde yaşıyoruz. Türkiye’de kadının istihdam oranının %27 oranla düşük düzeylerde yer aldığı ve bundan dolayı onu yükseltmek gerektiği ileri sürülüyor. Bunun için de “kadını evden çıkartmak” tan bahsediliyor. Kadın evden çıkacak ve çalışacak, çocuğuna da devlet bakıcı tutacak! Bunun için bin lira para ödenecek. Böylece kadın istihdam oranı yukarıya çekilmeye çalışılacak.
Ev dışında var oluş hayallerini kuran kadın
Kalkınmanın rutin dünyası içinde oldukça masum ve hatta ülkenin faydasına yönelik bu arayışlar, sosyal varlık yönünü ya da ev, doğurganlık, anne, çocuk gibi bir sosyal dünyanın varlığını görmezden geliyorlar. Bu projeyle, yani kadını evden çıkarma projesi ile aslında iki kadın evden çıkarılıyor. Kendi para kazanmak ve çalışmak için çocuğunu bakıcıya bırakan kadın, aynı zamanda başka bir kadının da kendi evini ve çocuğunu bırakmasına yol açıyor. Kendisi istihdama dahil olmak için çocuğunu terk ederken, başka bir kadının daha çocuğunu terk etmesine davetiye çıkarıyor. “Kadını evden çıkarma” projesi ya da kadın istihdam projeleri o kadar etkileyici bir biçimde sunuluyor ki sanırsınız, bütün kadınlar birinci sınıf işlerde çalışacak, kendi bedenine söz geçirdiği gibi kendi işine de söz geçirecek! Oysa kadın ev dışında var olma hayalini kurduğu zamanlardan itibaren iflah olmaz bir serüvene atılmaktadır!
Modernite ile ev dışında var oluş hayallerini kuran kadını en iyi anlatan romanların başında Madam Bowary gelir. Emma, evden, kocasından ve çocuğundan “canı sıkılan” bir varlıktır. Bu can sıkıntılarından kurtulmak ister. Bir kurtuluş peşine düşer. Bunu ne kilisede bulur ne de evlilikte. Paris’in, sokağın ve evin dışında aramaya yönelir bu mutluluğu. Emma’nın kurtuluş arayışı hazin bir sonla biter. Emma, modern kadının evden sıkılması ve bundan kurtuluşu için evden firariyi anlatan bir semboldür. XIX yüzyılın büyük Fransız romancısı Gustave Falaubert’in inşa ettiği bir karakterdir.
Ev, kadının direk olduğu hayat varlığıdır. Direk, kadim geleneklerde bütün kainatı ayakta tutan kozmolojik bir semboldür. Kadının evden çekilmesi, evi taşıyan direğin yıkılmasıdır. Anneliğin çöküşü ve doğurganlığın ölümüdür. Erkeğin, ruhsal düzeninin bozulmasıdır. Çünkü evin direği yoksa, o evin altında yaşayan erkek de bu yıkıntının altında mahvolmaya mahkumdur.
Aile varlığı büyük yıkımlarla yüz yüze
Bugün kadınların kapitalist iş hayatına katılmasıyla, onun çağrılarına ve ideolojilerine daha fazla bütünleşmesiyle( araba, tatil ve giysiler üçlemesine dayanır bu; elbette özgürlük ve serbestlik efsanesine de) beraber doğurganlıklarını daha fazla kaybediyorlar, annelik imkanları ya yokluğa karışıyor ya da kısalıyor. Diyalektik bir biçimde hem doğurganlık azalıyor hem kısırlık artıyor hem de bunları tedavi eden bir endüstri doğuyor.
Bugün kadın istihdamının erkeklerle eşit olduğu ve kadın projesinin modern tarzıyla gerçekleştiği Batı toplumlarında hem annelik ölüyor hem de doğurganlık çöküyor. Ev, direğini kaybediyor. Çocuklar daha fazla evsiz, annesiz ve babasız( babasız aile kavramı var) bir hayata katılıyorlar. Çocuklar ve genç-ergenler uyuşturucu madde bağımlısı haline geliyorlar. Aile varlığı, kapitalizmin ihtiraslarıyla bütünleşen kadın ve ev algısı sonucunda büyük yıkımlarla yüz yüze. Ruhaniyeti, evi ve anneliği dikkate almadan istihdam projeleri ve eşitlik projeleri maneviyatı daha da derinleştiriyor. Evet, asıl olan adalettir. Çünkü adalet, kalkınmanın hoyratlığına adanan bir aile politikasına hoş bakmaz. Evi, anneyi, çocuğu ve doğurganlığa saygı duyar.
Prof. Dr. Ergün Yıldırım / ElifElif “Müslüman Kadının Şahsiyeti” Kış Sayısı (2015-1436)
Elifelif İrt: (0212) 616 49 17 – 0542 482 56 76
Comments are closed