Peygamberimiz’in mirası; vahiydir, güzel ahlaktır, sadakattir, emanettir, cesarettir, celadettir, fedakârlık ve izzettir. Bu vasıflarla bezenenler O’nun varisleri olan âlimlerdir. Cehalet, kibir, acizlik, taassup, taklit, korkaklık, cimrilik, donukluk ise Peygamber varislerinin değil, diğer ulemanın özellikleridir.
Önemli şahsiyetler, kendilerinden sonra halef ve varis bırakırlar. Peygamberler de kendilerinden sonra davalarını devam ettirmek için ulemayı varis ve halef bırakmışlardır. ‘Ulema, peygamberlerin varisleridir’ hadis-i şerifini çok sık kullanırız. Ancak hadisin kastettiği ulema kimlerdir? Siret, şemail ve vasıfları nelerdir? ‘Ümmetim için kötü âlim, Deccal’den daha zararlıdır’ vecizesi de hadistir. Bu iki hadis üzerinde düşünüp, tefekkür etmek gerekir. Peygamber Efendimiz’e varis olmanın manasını, sarık, cübbe ve misvakta arayıp, sadakati, emniyeti, ilim, irfan ve fedakârlığı unutanlar, Peygamberimiz’i de, mirasını da varislerini de tanıyamamışlardır.
Ulema konusunda da ifrat ve tefride düşülmüştür. Onları melek, masum, sahabeden hatta Peygamber’den üstün bir konumda görenlerin, dinimize verdiği zarar diğerlerinin verdiği zararla kıyas edilemez. Ulema (mürşitler de dâhil) beşerdir. İlim sahibi olma vasfıyla diğerlerinden ayrılırlar. İlimleri onları en güzel sıfat ve özelliklere sahip kılmıştır. İnsanın maruz kalabileceği her arıza, kendilerine de isabet edebilir. Bu sebeple onları masum görmemek icap eder. Peygamber varisliği iddiasında olan âlimler, o yolu ‘hüve hüvesine’ takip ettiği iddiasını güden Müslümanların, bakış açılarını, idrak ve anlayışlarını, yetişme ve yetiştirilme tarzlarını mutlaka, ‘Allah ve Resûlü’ ölçüsüne arz etmeleri, kendi yaptıklarını asla ve kat’a ölçü olarak almamaları, kendi irade, akıl ve sorumluluklarının idraki içinde hareket etmeleri şarttır. Sünnete tâbi olma yolculuğunun ilk adımı da budur.
Savunduğu değerler uğruna yeri geldiğinde bedel ödemeyen, o değerleri savunurken samimi olabilir mi? İşgali, işgalciyi, zalimi, zorbayı karşısına almayan/alamayan hangi davanın adamı olabilir?
Sözünüzün, yazınızın tesiri; icraatınız, faaliyetiniz ve yaşadığınız hayattır.
Selefi Salihîn olsun, ulema olsun, tebliğlerinin, irşatlarının, âlimliklerinin bedelini hep ödediler. Makam, mansıp, para, şan, şöhret derdine düşmediler. Takdir, tebrik beklentisi içinde olmadılar. Davalarına hizmet ederken de hiç hesap/kitap adamı olmadılar. Ya şimdi!…
Modern zamanlar ilim ve âlim açısından Ümmet’in en sancılı zamanları oldu. Sömürge ve işgal yüzyılı olan 19. yüzyıl, hem İslamî ilimler hem de İslam âlimleri açısından savrulma yüzyılıydı. 20. yüzyılın başında İslam Coğrafyası’nın hemen her tarafında Allah’ın bir lütfu olarak kararan ufkumuzu aydınlatan âlimler birer ikişer İslam Coğrafyası’nın her tarafında görüldü. Oryantalizmin İslam aklını karıştırdığı zamanlar olan son yüzyıl, âlimlerimizin de kafalarının karıştığı yüzyıl oldu. Sahabeye dudak büken, hadisi tartışıp kafa karışıklığına sebebiyet veren akademisyenler, âlim muamelesi gördüler.
Asıl mesele, devletin dinle olan problemli ilişkisinde yatıyor. Bir yandan dinin kendi kurum ve imkânlarıyla kendi ayakları üzerinde durmasının önüne set çekiyor, öte yandan da dinin üzerinde velayet ve vesayet iddiasına kalkışıyor. Buna hakkı da yok, liyakati de! Mevcut durum, söylediğimizi ispata yeterli. Mesela; dinî eğitim veren özel okul açmak yasak. Her türlü genel ve meslek eğitimi veren lise açabilirsiniz, iş din eğitimi veren özel lise açmaya gelince engellenirsiniz. Aynı şey yüksek öğrenim için de geçerli. Özel ilahiyat fakülteleri açamazsınız. Bugünkü şu ‘serbestlik ortamı’nda dahi gerçekleşmiyor. Hemen her şey özelleşiyor, din eğitimi ise, tekelleşiyor. Allah ve Resûlü’nün arzu buyurduğu, ‘dini halis kılmak’ oldukça zor gerçekleştirilecek hâle getiriliyor.
Osmanlı’da hemen her cami, külliye, medrese, tekke ve zaviyenin kendisini ilelebet idame ettirecek vakıfları vardı. Bu vakıflardan elde edilen akar, bu dini kurumların bütün personel ve bakım giderlerini karşılamaya yeterdi. Hatta bazılarının geliriyle, her beş-on yılda bir öyle bir müessese inşa edilebilirdi. Cumhuriyet’le birlikte önce Şer’iyye ve Evkaf Vekaleti’ne, bu bakanlığın ilgasının ardından da, Vakıflar Genel Müdürlüğü’ne bırakılan bu devlet bütçesine eş vakıf emlakine devlet el koydu. Vakıf ruhuna aykırı bir biçimde geliri hazineye aktarıldı. Oysaki bu paha biçilmez mülkler hukuken de, dinen de, ahlaken de vakfedildikleri amaç uğruna kullanılmalıydı. Bu ve buna benzer birçok olumsuz uygulama ortadayken Türkiye’de gerek ilim adamı, gerekse ilim adamlarını yetiştirecek müesseselerden bahsetmek kabil mi?
‘Dinle ilgili herkesin ve her şeyin ötekileştirilmesi ve aşağılanması’ projesi Cumhuriyet Dönemi’nin en bariz icraatıydı. Mahut projenin mimarları, dini ve dindarları gözden düşürmek için ellerinden geleni yaptılar. Bundan din eğitimi verenler ve alanlar da nasibini aldı. Osmanlı bakiyesi en yetkin âlimler bile işsiz, hatta aç bırakıldı. Öyle ki geçinebilmeleri için eski zaman dilencileri gibi un, bulgur, yağ vs. toplandı. Din ve dinle ilgili herkes ve her şeyin itibarına nişan alındı. Tiyatro, sinema, basın bunun için kullanıldı. Siz Türk tiyatrosunda, sinemasında, karikatüründe adam gibi bir imam tiplemesine hiç rastladınız mı? Bütün bu itibarsızlaştırma operasyonunun tek amacı vardı: “Büyüyünce ne olacaksın?” diye sorulan bir tek cins kafa çocuğun “ilahiyatçı, din âlimi, müftü, vaiz, imam olacağım” dememesi/dedirtilememesi…
İlme ve ilim adamına her daim mesafeli ve soğuk bakan devlet, dinle hiçbir zaman barışık olmadığı içindir ki bırakın âlim yetiştirmeyi, âlime tahammül edemedi. Onu kimi zaman bir hasım, kimi zaman başı ezilmesi gereken bir rakip, kimi zaman da kendi hâline bırakmaya gelmeyen bir ‘kız’ gibi görüyor. Böyle bir ortamda ilim adamı yetişir mi, yetişenler kaliteli/vasıflı olabilirler mi? Yahut müstakil hareket edip, celadet ve cesaret gösterip ilmin izzet ve şerefini, itibar ve ağırlığını ortaya koyabilirler mi?
İmam-ı Gazali Hazretleri, halkın fesadının ulemanın fesada gitmesinden kaynaklandığına dikkat çekmekte ve ulemanın özellikle mal ve makam hırsıyla fesada düştüklerini, bu tür ulemanın halk üzerinde etkisinin kalmayacağını belirtir. Gazali, ulema arasında görülen hasedi dünyalık ve rant için yapılan çekişme ve boğuşmalara bağlamaktadır. Şöyle der: “Ulema, ilimle dünyalık ve makam elde edince meslektaşları tarafından kıskanıldı. Sonuçtan da Ümmet zarar gördü.”
Hasan el Benna, ulemanın sorumluluğunu şöyle dile getirir: “Ey Ulema! Ortalıkta mülhid, inkârcı ve onları besleyen basın cirit atıyorsa bu sizin hareketsizliğinizdendir. Uyanırsanız onlar inlerine çekilecektir.” der.
Ayrıca âlimlerin tefrikaya düşmeleri, kendilerine ilim geldikten sonra sırf aralarındaki ihtiras/haset ve kıskançlıktan dolayıdır.
Peygamberimiz Medine’ye hicret eder etmez üç şey yaptı: Mescit, suffe ve pazar yeri. Bu üçü; din, ilim ve ekonomiyi temsil ediyordu. Birincisi ruha, ikincisi akla, üçüncüsü cisme hitap ediyordu.
Sağlıklı bir toplum için, bu üç unsurun sağlıklı ve sahih temeller üzerinde yükselmesi şart. Bunların hepsi sağlıksızsa o toplumun geleceği yok demektir. Bunlardan birinin sağlıksız olması diğerlerini de etkiler. Bu üçlü arasındaki dengesizlik şu veya bu şekilde topluma yansımaktadır.
Muhammed Gazali, günümüz ulemasının iştigal ettiği konuları şöyle tasvir eder: “Ulemamızın, ihtisas ve uğraşı konuları lavabonun dört duvarı arasından çıkmamaktadır. Bu seviyede olan ulema, nasıl olur da insanlığa yol gösterecek anayasalar takdim edebilecektir?”
Yahya bin Muaz, dünyalığı esas alan ulemaya şöyle seslenir: “Ey rant uleması! Villa ve köşkleriniz Kayser’i, evleriniz Kisra’yı, dekorunuz şahları, giysileriniz Calut’u, binekleriniz Karun’u, kap ve çanaklarınız Firavun’u, hareketleriniz cahilliye dönemini, yolunuz da şeytanının yolunu hatırlatmaktadır. Muhammed aleyhisselamın veraseti nerede?”
Abdulkadir Geylani Hazretleri, rantçı ulemayı insanları Allah yolundan alıkoyan eşkıya ve din tacirleri olarak tanımlar. Şöyle der: “Ey din ile dünyalık elde etmeye çalışan tacirler! Siz avamdan daha çok tövbeye muhtaçsınız. Herkesten çok günahları itiraf etmek zorundasınız. Gerçekten de ilminizden yararlanmış olsaydınız, miskinler gibi zengin ve idarecilerin kapısında beklemezdiniz. Ey ilim ve amellerine hıyanet edenler! Ey Allah ve Resûlü’ne hıyanet edenler! Ey insanları Allah’a gitmekten alıkoyanlar! Sizler açık zulüm ve hıyanet içindesiniz. Bu gidişiniz ne zamana kadar devam edecek? Ey ulema, Ey zahitler! Ne zamana dek dünyalık elde etmek için yaltaklık edeceksiniz? Siz zulüm ve hıyanette zalim despotları geçtiniz. Allah’ım bu tip münafıkların gücünü kır. Allah’ım ya onları ıslah et ya da helak et (ki insanlar onlardan kurtulsun). Ey insanlar! Krallar önünde el pençe divan duran, ayaklarına kapanan, onlara iyilikleri emretmeyen ve kötülükten alıkoymayan ulema-i su’u dinlemeyin. Ey ulema-i su’! Tüm, konuşmalarınızda kalbin herhangi bir payı yoktur. Hepsi dilde kalmaktadır. Allah sayınızı artırmasın. Tüm çaba ve gayretiniz insanları razı etmeye çalışmaktan ibarettir. Allah’ı razı etme endişeniz yoktur. Allah’ım ulema-i su’a karşı mücadele konusunda beni muvaffak kıl.”
Abdullah b. Mübarek, din ve ilim ile dünyalık elde eden ulemayı, ağ ile balık tutan avcılara benzetmiştir. Ne var ki din ile avlamak daha tehlikelidir.
İmam-ı Malik’e: ‘Ey Üstad, alçak insan kimdir?’ diye sorulunca İmam Malik: ‘Din ile dünyalık elde etmeye çalışandır.’ diye cevaplamış: ‘Alçakların en alçağı kimdir?’ sualine ise: “dinleriyle başkalarının dünyalık menfaatini sağlayandır’ demiştir.
Muhammed İkbal, çağımız ulemasıyla medreselerin düştüğü hâli pür melali şöyle tasvir eder: ‘Mektep ve medreseden ümidimi kestim. Artık orada ne hayatî bilgi, ne ilim, ne irfan, ne de sevgi kaldı. Hatiplerin cümleleri ne muazzam!”
İlimde yol alınamamasının en önemli sebepleri bunlar. Sonuçta ‘Allah Rızası’ olmayınca ilmin bereketi de, gayesi de yerini bulmadı.
İmam Malik işkence gördü. İmam-ı Azam Ebu Hanife hapiste öldü, hatta öldürüldü. İmam- Ahmed bin Hanbel falakaya yatırıldı, kolları kırıldı. İmam-ı Şafi idama mahkûm edildi, son anda idamdan kurtuldu. Büyük müceddit, İmam-ı Rabbani, ‘İmamlar Güneşi’ lakaplı Serahsi, büyük usulü fıkıh âlimi Şâtıbî, yıllarca zindanlarda kaldılar. Yakın tarihimizin mücahit, mürşid, ulemâ sınıfının çektikleri işkence ve zulümleri yazmak bile kitaplık çapta yer tutar.
Kendimize dönüp sorsak biz ne yaptık? Hangi zalimle uğraşıp, onun zulmüne mani olduk? Devrimizde Ümmet’in maruz kaldığı işkencelere, zalimlerin irtikâp ettiği zulümlere karşı hangi mücadeleyi başlatıp, bu mücadeleyi verenlerin yanında yerimizi aldık? Âlimin celadeti, eylemi, ilmiyle amil bir hayatı yoksa o ne zaman işe yarayacak, ne zaman Ümmet’in derdiyle dertlenecektir? Yoksa bütün bu olup bitenler âlimleri ilgilendirmiyor mu?
Rahatlarını kaçırabilir endişesiyle emri bi’l maruf nehyi ani’l münkeri yapmamak, etliye sütlüye karışmamak, bir müddet sonra, marifet sayılır hâle gelir. Vebal, mesuliyet, mükellefiyet unutulup belki de ‘fitneye bulaşmama’ mükâfatı’ beklenir. Bu vebal ve sorumluluk da ‘kazanım’ olarak değerlendirilirse şaşmamak gerekir. Ümmet’ten kopuk kazanımların, şahsî veya müessesevî büyüklüğü ne değer ifade eder? İslâm’ın topluma vermeye çalıştığı mesajından habersiz yapılan faaliyetler, en bariz emirlerinden biri üzerine yapılan çalışma, ‘tek gaye’ seviyesinde bir çalışma olmadığı gibi nihai gaye de değildir. Hiçbir âlim, İslam değildir ki onun kazanımı İslam’ın kazanımı olsun. Müslümanların vakıflarının, derneklerinin büyümesinin doğrudan İslam’ın büyümesi olarak görülmesi de doğru değildir.
Sahip oldukları ilmi yerinde kullanmayan, onu süflî emellerine âlet eden, zilleti tercih eden, dünya metaına bağlanmış ulema-i su, (kötü âlimler) fakir de zengin de olsalar dünyaya doymazlar. Onlara nasihatin fayda etmediği, dünyaya olan bağlılıklarından vazgeçmeyen âlimler ulema-i sui (kötü âlim yahut dünyevîleşen âlim) olarak bilinirler. Geçmişteki ilmiyle amil ulema, bu kötü âlimlerin Müslümanların bünyesindeki tahribatına dikkat çekmekte, onları teyakkuza çağırmaktadırlar. Âlim, ilmiyle amel eden bir davetçi olduğu için, telif ve ilmî çalışmaları bahane edip, tebliğ/irşad ve davetten geri kalamazlar. Bu üzerlerindeki ağır ‘sorumluluk yükü’nün farkında olmayıp gaflet içindeki âlimler, bilgileriyle geçinmekten başka bir hedefleri olmayan, ‘ilim tâcirleri’dirler. İlimlerini dünya için satan (pazarlayan) adamlar.
Hâlbuki ilmi korumanın en güzel yolu, onu hayata geçirmektir. Peygamber varisi olan âlimler, Peygamberimiz’in ‘hayatın içinde bir peygamber’ olduğunu unutmasınlar.
Kur’an-ı Kerim’i kazançlarına alet, dünyalık toplamaya vasıta kıldılar, inna lillah ve inna ileyhi raciun. “Dünya(lık) ve şöhret düşkünü kişinin dine olan zararı, bir sürüye musallat olan iki aç kurttan daha fazladır.”
Sonuç olarak, önce ilmin değeri, ilim adamının kıymeti verilmeli, sonra âlimlerimize kalite, seviye kazandırılmalı, ‘Allah rızası için, Allah’ın dinine hizmetten başka bir şey düşünmeyen’ âlimler yetiştirilmeli. Şahsiyetli, dinini her şeyden üstün tutan, her tür olumsuzluklara rağmen ‘her hâl ve şartta yaşanan bir Dinimiz olduğu’ mesajını herkese veren, cesur ve tenezzülsüz âlimler…
Allah ve Resûlü’nün istediği, vahiyle de ‘Allah katında din, İslam’dır’ ilahi ikazını unutmayan âlimleri yetiştirecek zemini hazırlayıp ideal bir hizmet kadrosunu da bu hizmetlere tahsis ettiğimiz gün, ilimde de irfanda da yol aldığımız gündür.
Yaşar Değirmenci / ElifElif “Ailede İlim” Bahar Sayısı (2015-1436)
Elifelif İrt: (0212) 417 7775 – (0212) 418 32 54
Comments are closed