Yüzünde hüznü var asrın, üşüyen elleri cebinde; gözleri öfkeden çok vefasızlığın gölgesine mesken; kulaklarında ötelerin sesi var. En çok gürültüye aşina. Patlama ve kurşun seslerine…

 

Öyle ya, insan sese uyanırdı; biz gürültülerle uyutulduk. Bazı yerlerde bazı insanlar can veriyordu ve televizyon kanalları altyazıları için yeni haberler buluyorlardı. Biz meşguldük.

 

Takip etmemiz gereken bir moda vardı. Edebiyatını yapacağımız kitaplar, kahvenin yanında iliştireceğimiz popüler romanlar aramakla meşguldük. Teşhir edeceğimiz çok şey vardı hâlâ. Sokakta görsek yolumuzu değiştireceğimiz insanlara hayatımızı anlatmakla, hatta göstermekle meşguldük. Sofralarımızı fotoğraflayacaktık, daha paylaşacaktık bizi takip edenlerimizle.

 

Peşinden koşacak onca şey varken ve biz bu kadar yoğunken nasıl işitebilirdik ki kilometreler ötesini? Bir de ölenler, ölümü ses getirmeyenlerken…

 

Okumadığımız kitapların bedelini ödüyoruz, dinlemediğimiz nasihatlerin. Haksızlıklardan adaletsizlikten yakınırken adalet için çalışmayışımızı unutuyoruz. Biz zaten çıkmıştık sehpaya, boynumuzda cehalet ipi. Tek suçu tekmeyi vurana yükleyecek değiliz ya. Kitaplar birikti raflarda ve Kur’an açık rahlede. Çağrı net; ilim farz.

 

Öğrendikçe aydınlanacak bir karanlığın ortasındayız. Sadece biliyor oluşumuz değiştirecek dünyayı, duymayan kulaklarımız ancak öğrendikçe işitir hâle gelecek. Empoze edilenin ötesini görebilmekte yalnızca ilmin üstündeki perdeyi kaldırınca mümkün olacak.
Birileri uyanmalı sonra da uyandırmalı. Uyanmayı da başkasının sırtına yüklemeden omzumuzdaki yükün farkına varmalı.

 

Kâinat bizim için var. Biz ki değer olarak cennet biçilmişleriz. Kim tarafından yüklendi bu sorumluluk omuzlara, sebep neydi?

 

Verdiğimiz o ilk söz: “… ‘Ben sizin Rabbiniz değil miyim?’ ‘Evet, (buna) şahidiz.’ dediler…”

 

Şahidiz, Rabbimiz’sin! Rabb; malik olandır, eli altındaki her şeyin sahibi ve yöneticisi, kendisine itaat edilen ıslah ve terbiye edendir. “Rabbimiz’sin.” demek; hayatımızın üzerinde söz sahibi olan Sen’sin, demek; her şeye şeklini veren ve takdir edensin, demek. İnsana ait ne varsa görünüşü, hâli, hayatı Sen’in takdirinle meydana geldi. Mademki Rabbimiz’sin verdiğin her şeye elhamdülillah, demek. Kurtuluş reçetesini verecek olansın, demek. İlmin farz kılınışındaki hikmet, kurtuluş reçetesi oluşu.

 

Ömer radıyallahu anh misali; ne dünyayı bırakırız ne ahireti. Aynı vücudun uzuvlarıyız ya hani, kalbimiz paramparça. Ellerimizin, ayaklarımızın, beynimizin iş görme vakti. Yarayı saracak o sargı her nerdeyse ayaklar oraya yönelmeli.
Bize “Hep birlikte Allah’ın ipine sarılın.” buyrulmuştu. Ama öyle bir sarılmak ki canını kurtaracak ipe sarılır gibi, bırakırsak her şeyimizi kaybedecekmişiz gibi.

 

Bize “hep birlikte” dendi. O yüzdendir ki önce bizim birlik anlayışımızla oynadılar, birliğimizle bozguna uğrayacak olanlar. “Şucu bucu!” yaftalarını yapıştırıp benimsettiler. Öyle ki, ötekileştirmek rutin hâle geldi.

 

Et ve tırnak neyse Ümmetin her ferdinin birbiri için taşıdığı mana da bu olmalıydı. Tırnağımız kırıldı diye söküp atacak değiliz ya.

 

Gözlerinde vefasızlığı taşıyanların kalplerinin paramparça oluşunun sebebidir, sökülüp atılan tırnaklar. Her gün aynı savaşa uyanan minik bedenlerin boynundaki mavi emzikler, beton yığınları arasında yankılanan anne çığlıkları, lüks yoğunluklarımız sebebiyle tıkanmış kulaklarımızın duyamadıklarıdır; magazin programları ile körelmiş gözlerimizin göremedikleridir.

 

Çözümsüzlüğe mahkûm edilmişiz gibi bir hava var üzerimizde, ölü toprağı serpilmişçesine.

 

Bir kez gözlerimizi, insanların kameralara sergiledikleri hayatlarından çevirip imanlarını zirve sayanlara baksak ya! İmanlarını bir sancak gibi taşıyanlara.

 

Sosyal medya olmasa hiç olacak insanlar koydular rol model olarak önümüze, alkışlarla yaşayan cinsten. Alternatifler getirerek unutturmak istediler Müslümanlara meşale olmuş isimleri. Alkış sevenlere kapılanların fikirlerinin bilgisayarların şarjı kadar dayanabilmesine de şaşırılmaz elbette.

 

Modern silahların en tehlikelisine karşı çelik yeleklerini kuşanmayan nesiliz biz. Sevimli gösterildi bize bu silahlar, silah gibi kullanılabileceğinin bile farkında değildik. Neyi nasıl düşünmemiz isteniyorsa öyle servis edildi algılarımıza. Görmenizi istediklerini serdiler önümüze, görmemizi gündem olmasını istemediklerini sürmediler namluya. Peki, neydi bu çelik yelek; nasıl korunabilirdik çağın silahından? Yol göstericimiz yine Rabbimiz:

 

“Ey iman edenler! Eğer bir fasık size haber getirirse onun doğruluğunu iyice araştırın…”

 

Ruhumuzu kontrol etmeliyiz arada bir, hâlâ kalu belâda verdiği söz üzere mi? “Rabbim Allah’tır.” demişti ya, hayatın merkezinde Rabbi mi var hâlâ? “Son sözü söyleyecek olan Allah’tır.” diyor mu yoksa peşinden koşup durduğu dünya; ipleri eline almış da gözleri hakikati görmez, kulakları duymaz hâle mi gelmiş?

 

Müslüman hep aynı doğrultuda yürür; bazen yorulur yavaşlar, temposu değişir ama asla değişmez yönü.

 

Kalu belâda verdiğimiz sözü hatırladığımız gün usulca çıkaracağız cehalet ipini boynumuzdan, tekme atacak sehpa bulamayacaklar. Koşarak ellerinden tutacağız, asrın hüznünü yüzünde taşıyan Ümmet yetimlerinin. Elbet bir gün işgalden kurtulacak İslam coğrafyası ve biz, özgür çocukların başlarını okşayacağız. O gün, sımsıkı sarıldığımız gün olacak Allah’ın ipine…

 

ElifElif Dergisi – Yazı Atölyesi  / Nahide Sena Datlı

Categories:

Comments are closed