10
Davaların; kişilerden, liderlerden, evlatlardan ve hayattaki her şeyden daha kıymetli olduğunu anlatan bir söz. Söylemesi kolay ama ispatı zor bir söz. Edebiyatı güzel fakat pratiği nefse ağır gelen bir söz. Bu sözü tarihte söyleyen yiğitler oldu. Hem de ne yiğitler. Laf olsun diye söylemediler. Edebiyatını yapmadılar bu işin. Hakkını vere vere, içini doldurarak söylediler. Zaten öyle gelişi güzel söylenebilecek bir söz değil, herkesin harcı da değil. Çıktıysa ağızdan, bir adım sonrası onun ispatı. Onlar bunun şuurunda olarak söylediler.

 
O yiğitlerden biri Enes bin Nadr radıyallahu anh. Uhud’un kahramanı, o mücahit sahabe. Allah’ın mü’minleri imtihan etmeyi murat ettiği Uhud Harbi. Tam zafer elde edilmişken dağılan ordu, kararan hava, dökülen Peygamber kanı… Bir dava ve onun son temsilcisi. Yok, o anda başka lideri. Orduda bir kargaşa “Resûlullah öldürüldü, Resûlullah öldürüldü!” Her taraf buz kesmiş, herkes sus pus. Kimi feryat-ı figan ederek oturup ağlıyor. Kimi şaşkın şaşkın etrafa bakınıyor. Kimi de “Bundan sonra bize ne olacak?” diyerek çakılı kalıyor olduğu yere. İşte o anda o yiğit sahabenin sesi duyuluyor: “Kalkın! Resûlullah’ın uğrunda öldüğü dava için biz de ölelim. Resûlullah aleyhisselam öldü ama davası bakidir, yaşıyor.” diyerek İslam’ın kişilerden üstün olduğunu öğretiyor bize ve bunu kanının son damlasına kadar ispat ediyor.

 
Enes olmak, Enes gibi yüreği iman ve Allah’a itimatla dolu olmak. Enes gibi talip olduğu yolun asıl gayesini anlamak. Yalnız değildir Enes radıyallahu anh. Tarih onun emsalleriyle doludur. O, bu teslimiyeti “Resûlullah öldürüldü!” şayiası karşısında göstermişti ama ashap, o sözün gerçekleştiği günü de görmüştü. Efendimiz aleyhisselamın Refik-i Ala’ya intikal ettiği gün. En az Uhud kadar kara, acı, hüzün dolu gün. Ashabı kiram yine perişan. Hatta Ömer radıyallahu anh bunun doğru olmadığını söyleyebilecek kadar geçmiş kendinden. “Kim Resûlullah öldü derse onu kılıcımla ikiye ayırırım.” diyor o koca Ömer ve çocuklar gibi hüngür hüngür ağlıyor.

 
İşte o günün Enes’i; Ebu Bekir radıyallahu anh çıkıyor meydana. Yeryüzünde Resûlullah aleyhisselamı en fazla seven, en fazla destekleyen, ikinin ikincisi, sadık arkadaş: “Dirin de güzeldi ya Resûlullah, ölün de güzel.” diyerek veda ediyor Efendisi’ne. Ömer’in karşısına çıktığında ise bir aslan gibi küreyerek; “Kim Muhammed’e tapıyorsa işte o, öldü ama kim de Allah’a iman ediyorsa Allah, Hayy ve Baki’dir. Şimdi ağlama zamanı değil, Resûlullah’ın emanetine sahip olma zamanıdır.” diyerek bir kez daha öğretiyor bize asıl hedefi: “Dinin liderleri değil dinin kendisi önemli.”

 
Hangi birini sayalım ki; hangi birini okuyalım tarihten. Ömer radıyallahu anhı mı? Hani yarası ağırlaşınca “Senden sonra birisine görev ver de başsız kalmayalım.” denilince kendisine; Enesçe bir cevap geliyor Hattab’ın oğlu Ömer’den: “Allah, dinini boşluğa çıkarmaz. Halifelik İslam’ın halifeliğidir. Allah, Peygamberi’nin davasını başsız bırakmaz.”

 
Onlar, davanın sahibini ve davanın akıbetini çok iyi biliyorlardı. Din Allah’ındı. Ömer ise onu korumak için kullandığı kullarından sadece biriydi. O öldü ama Allah’ın davası bakidir. Nitekim öyle de oldu, olacak da. Kıyamet kopana kadar sürekli Uhudlar yaşanacak ama her seferinde Allah, gönderecek Eneslerini.

 
Yine o Uhudlardan biri, 1900’lü yıllar. Hilafet ilga edilmiş, Ümmeti Muhammed paramparça, zalimler iş başında. Hayatın dışına itilen Kur’an ve Sünnet, tükenen umutlar, sarsılan güvenler, yasa bürünen mü’minler. Ama dedik ya; Allah’ın Enesleri her asırda diye. O zamanın yiğitleri Hasan el-Benna rahmetullahi aleyh ve arkadaşları. Allah’a tam bir güven ve teslimiyetle sarıldılar davaya. Halife yoktu ama İslam davası kıyamete kadar var olacaktı yeryüzünde. Tıpkı ilk Enes gibi “Resûlullah’ın uğrunda can verdiği yola, canlar verdiler.” Sadece kendilerini değil feda ettiler her şeylerini.

 
Yine bir gün, Ümmet’in birliği için yaptıkları toplantıda İsmail’in evindeler. Saatlerce süren istişarelerden sonra sıra dağılmada. Tam kapıdan çıkarken durdurur Üstat Hasan el-Benna’yı İsmail: “Üstadım! Kızım Ruhiye vefat etti. Yarın cenaze namazı için arkadaşlara haber verebilir misiniz?” der. O an herkes şokta “Nasıl yani, kızın bugün biz burada toplantı yaparken mi öldü? Neden haber vermedin?” diye sorulan sorulara Enesçe verilen cevap: “Üstadım! Kızım öldü, Davam değil.” Ruhiye, dokuz sene sonra gelen biricik yavrusu idi ama davasına engel de değildi, daha değerli de değildi.

 
Okudukça ve öğrendikçe hayranlığımızı artıran o kutlu insanlar; davanın büyüklüğünün, Allah’ın azametinin farkında olan yiğitler. “Var mıdır acaba bu asırda da ‘O öldü ama davası yaşıyor.’ diyenler?” diye düşünürken Allah, iki binli yılların Eneslerini de karşımıza çıkardı. Öyle ya, dünya döndükçe Uhud hep var olacak, Hak- batıl savaşı hiç bitmeyecekti.

 
Uhud, bu kez Rabiatü’l Adeviyye Meydanı’nda; küfür yine tüm azgınlığı ve zalimliğiyle iş başında. Söndürmeye çalışıyor Hakk’ın nurunu, susturmak istiyor Resûlullah’ın sözünü. Küfür meydanda olur da Hakk’ın Adamları olmaz mı orada? Hakk’ı savunacak hiç kimse kalmasa Nesibe gibi Esma çıkar sokaklara. Çıktı da. Çıktı, savundu Resûlullah’ı bir o kalmışçasına. Bakmadı daha yaşının on yedi oluşuna. Demedi acziyetine bakıp “Ben ne yapabilirim ki?” O; şehadeti, şehit gibi yaşamayı ashaptan öğrenmişti. Bağlayamazdı onu yaşıtlarını esir eden teknoloji. Prangalı değildi ayakları diplomaya, modaya… Onun tek derdi vardı “Davası”. Her an dilinde şu dua:

 
“Allah’ım! Zalimin zulmünü sana şikâyet ediyorum.” Şikâyet etmekle de kalmayıp “Acaba ben Rabbim için ne yapabilirim?” diye dert edinenlerdendi. Şehit olmak istiyordu Esma ama şehit olmak için şehit gibi yaşamak gerekirdi. O da başı dik, tuğyana isyan ederek yaşadı. Babasının lisanıyla “O, hürriyete âşıktı.” Kulluğunu anlamış, kula kul olmamak için başkaldırmıştı. Derdi; Ümmeti’ni diriltmek, yeniden inşa etmekti. Samimiyetle isteyince Allah’tan, şehadetle gerçekleşti bu gayesi. Esma bir iddiada bulunmuştu ve bu iddiasını ilk nesil gibi hayatıyla ispatlamıştı. Oysa bitmedi Allah’ın Enesleri.

 
İşte Esma’nın babası. “Sevgili kızım ve öğretmenim. Şehadetin, bizim haklı olduğumuzu ve düşmanımızın batılın ta kendisi olduğu inancımızı pekiştirdi.” diyordu. Verilen her şehitle İslam’ın biraz daha yükseleceğine olan iman… Bir de bunu bizzat şehit Esma’nın annesinde görmek. Tek kızını taptaze bir çiçek iken şehit vermek. Ama dövünmek yok, ağıt yok, isyan yok. İzzetli, vakarlı ve metanetli bir duruş. Tıpkı babası gibi bahsediyor Esma’dan: “Esma’nın şehadeti bana hayatın ne anlama geldiğini, yaşamayı ve ölmeyi öğretti. Esma ölmedi. O sürdürdüğü Hak davasıyla beraber milyonlarcasına örnek olarak yaşıyor. Kızım şehit oldu ama davası kıyamete kadar sürecektir.”

 
Uhud’u evinin tam içinde yaşayan bir kadın. Evladının şehadeti, sadece cihad azmini arttırmış. Şimdi Ümmet’in evlatlarını Esmalaştırma zamanı diye sıvamış kollarını. En az Esma kadar samimi, Allah’a imanı ve itimadı tam. Eşi gibi biliyor ki; bu yaşananlar işin sonu değil. Çünkü dava kendilerinden ibaret değil. Onlar bu gün hazırlar Esma gibi can vermeye.

 
Bu noktada dönüp bakıyorum bizlere. “Biz, bu davanın neresindeyiz?” diye. Her an Uhudlar yaşanırken hayatımızda, Ümmet coğrafyamızda bizler ne kadar “Olsun, davamız bakidir.” diyebiliyoruz. Dökülen her şehidin kanıyla Davamız’ın hak olduğunu, düşmanımızın ise mağlubiyete mahkûm olan batıl olduğunu ne kadar hissedebiliyoruz. Bir Esma’nın annesine baktım, bir de bizlere…

 

Aslında ikimizin de Uhud’u aynıydı. O, küfrün kurşunuyla şehit vermişti evladını; bizler ise internet dalgası ve diplomaya heba ediyoruz nesillerimizi. Bir yanda şehadet diğer yanda sermayenin çöpe atılması. Artık durup tefekkür etmeliyiz: “Biz neredeyiz, nereye gidiyoruz?”

 
Ya “Zaten bir daha asla düzelemeyiz.” deyip hiçbir şey yapmayacağız ya bir kenara geçip sızlanıp duracağız ya da Ebu Bekir radıyallahu anh, Ömer radıyallahu anh, İsmail rahmetullahi aleyh ve Sena Biltaci gibi dimdik durarak “Bu olanlar asla sonuç değildir, giden sadece kişilerdir. Baki ve galip olan ise Allah’tır; Allah’ın dini İslam’dır.” diyerek yeniden şahlanacağız Uhud Meydanları’nda.

 

 

Fatma Kara / ElifElif “Medeniyet” Bahar Sayısı (2016-1437)

Elifelif İrt: (0212) 417 7775 – (0212) 418 32 54

Categories:

Comments are closed