30

TÜİK (Türkiye İstatistik Kurumu)’in yaptığı araştırmaya göre, Türkiye genelinde internet erişim imkanına sahip hanelerin oranı 2014 Nisan ayında %60,2 oldu. Araştırma internet kullanım amaçlarına göre filtrelendiğinde 2014 yılının ilk üç ayında internet kullanan bireylerin %78,8’i sosyal medyayı kullanıyorlar.

 
Peki, bu “sosyal medya” mefhumu nedir? Bilgi kirliliği mi, bilgi kaynağı mı? Mahremiyetin ifşası mı yoksa herkese kendisini ifade etme olanağı tanıyan serbest bir alan mı? Tekilleştirip yalnızlaştırıyor mu, gerçek anlamda sosyalleştiriyor mu?

 
Sosyal medya, yayımcılık mantığı üzerine kurulu, iletişimin tek yönlü olduğu “geleneksel medya”nın aksine, en basit ifade ile hedef kitlenin de katılımıyla kullanıcısı ile etkileşime girerek ve iletişimin iki yönünü de kullanan alternatif iletişim türüdür.

 
Erişebilirlik ve erişilebilirliği parmaklarımızın emrine amade eden sosyal medya, en açık ifade ile kibir, ego ve kendini pazarlama dünyası: en iyi taraflarımızı gösterdiğimiz ama duygularımızı dışarıda bıraktığımız dünya. Kişilerin özel hayatının; duygu durumlarının, gidilen mekanların, yenilen yemeklerin, yaşanılan kişisel alanların eş zamanlı olarak sosyal (sanal) çevre ile paylaşma zeminini hazırlayan sosyal medya, geleneksel toplum düzenini, kabul gören ahlak anlayışını sarsan yeni, sanal bir yaşam tarzı oluşturuyor. İletişim teknolojilerini ve sosyal medyayı bir hayat biçimi olarak kullanan “Y Kuşağı” sayesinde (!) toplumsal yaşantıyı kökten bir dönüşüm sürecine sokuyor.

 
Kuşak yaklaşımı, her 20 yılda farklı özellikler taşıyan nesillerin oluştuğu tezine dayanır. Her kuşak, kendi döneminde gerçekleşen siyasi, kültürel, teknolojik, ekonomik olaylardan etkilenir. Bu olayların, o kuşağa ortak özellikler kattığı varsayılır. Farklı kuşaklar arasında hem çatışma, hem değer aktarımı, hem de etkileşim olur. Y Kuşağı, 1980 ile 2000 arasında doğanlar için kullanılır. Şu anda Türkiye nüfusunun yaklaşık yüzde 25’i bu kuşaktan.

 
Kullanıcılarına, dünyaya göstermek istedikleri yüzlerini (persona) oluşturma imkanı veren sosyal medya sadece toplumsal değil aynı zamandan birey düzleminde de, uzun vadede derin izler bırakacak psiko-sosyal davranış bozukluklarına zemin hazırlamaktadır.
Ünlü psikiyatrist Carl Jung’un oluşturduğu “persona” sözcüğü person –kişi ve personality –kişilik sözcükleriyle bağlantılıdır ve Latincede maske anlamına gelen mask sözcüğünden gelmektedir. Persona kendinizi dış dünyaya göstermeden önce taktığınız maskedir.

 
“Sosyal medyanın da en büyük açmazı bu noktada düğümleniyor. Bir taraftan, insanda binlerce insanla beraber olup, onlarla buluşup konuştuğu duygusu uyandırıyor. Diğer yandan da insanı gerçek benliğinden soyutlayıp çok farklı maskelerle buluşmayı mümkün hale getirebilmesi nedeniyle, bu ortamlar sosyalleşmenin en büyük engeli haline gelir”.

 
Tanımadığımız onlarca insanı arkadaş listemize katmak adına harcadığımız enerji, takındığımız maskeler… Hayatlarımızı (bu bağlamda ‘profillerimizi’) parlatmak adına sıraya dizilmiş mısralar, ayetler, hadisler… zor zamanda kullanmak için bekliyor taslaklarda. Biraz zorlayalım kendimizi, hatırlamaya çalışalım; geçen bahar çiçekler açmaya başladığında, akıllı telefonlarımıza düşen bildirimleri gördükçe, üzerimizde hissettiğimiz en büyük baskı ne idi?

 
“Doğru fotoğrafı, doğru filtre ile, en doğru kıyafetinleyken, en doğru yerde, doğru insanla birlikte çekme(!)”

 
Sokaklar, parklar bomboş, rüzgar sallıyor salıncakları; o kadar uysal ki şimdiki çocuklar. Sosyal medyanın asosyal kullanıcıları, akıllı telefonların kölesi aptal nesiller olma yolunda en güncel adımlarla ilerliyoruz. Oturduğumuz yerden dünyaya laf yetiştirme çabası:

 

Toplumdan soyutlanmanın farkında değilmişiz numarası bizimki.

 
İnsan fıtratında yer alan temel duygulardan olan beğenilme, sosyal medya ile zirvede. Gerçekdışı ve bir o kadar da tehlikeli olan ise muhatap olduğumuz insanlar hakkında vardığımız hükümler, paylaşımlarımıza yorum yaptıkça oluşuyor, aldığımız like/beğenilerle olgunlaşıyor.

 
200 lise öğrencisi ile yapılan bir araştırmada, öğrencilerin sosyal medyayı kullanmadıkları zamanlarda hissettikleri duyguları açıklarken kullandıkları terimler, alkol ve uyuşturucu bağımlısı öğrencilerin kullandıkları kelimelerle büyük oranda benzer: yoksunluğunda; çılgınca özlem, çokça endişeli, son derece sabırsız; sefil, gergin ve çılgın. Onların dünyasında sosyal medyadan uzak kalmak, arkadaşlarından ve ailelerinden uzak kalmak ile eşdeğer bir seviyeye gelmiş durumda.

 
Facebook üzerinde yapılan bir diğer araştırmanın bulguları ise şöyle: Facebook insanların yetersiz hissettirerek kaygı seviyelerini yükseltiyor ve aşırı endişe ve stres üretiyor. Uygulamaların timeline/ana sayfalarına düşen kesintisiz güncellemeler, insanları devamlı suretle durumlarını ve haber akışlarını takip etme dürtüsü oluşturuyor ve bu durum anksiyete-kaygı bozukluğunu kaçınılmaz olarak beraberinde getiriyor. Ek olarak, araştırmaya katılan sosyal medya kullanıcılarının “gündemi takip edememe” korkusu yüzünden internete erişemedikleri zaman kendilerini huzursuz hissettiklerini bildirmişlerdir.

 
Çözüm mü?

 
Sosyal Medya diyeti

 
Akıllı telefonlarımız her geçen gün yeni bir sosyal uygulamanın alarmını veriyor lakin bu platformları kullanabilmek için öncelikle kendi kurallarımızı oluşturmamız gerekmektedir. Kimliklerimizin, işgal ettiğimiz her alanda geçerliliğini koruyup koruyamadığını kontrol etmek mecburiyetindeyiz.

 
“De ki: Şüphesiz benim namazım, kurbanım,(paylaşımlarım), hayatım ve ölümüm hepsi âlemlerin Rabbi Allah içindir.”
Telefondan kafanı kaldır, ekranı kapat; gerçek dünya seni bekliyor.

 

Feyzanur Taştekne / ElifElif “İletişimdeki Hedeflerimiz ve Engellerimiz” Sonbahar Sayısı (2015-1436)

Elifelif İrt: (0212) 417 7775 – (0212) 418 32 54 

Categories:

Comments are closed